Eylül 16, 2024

ABD hegemonyası, KASITLI VE SİSTEMATİK SOYKIRIM

7 Ekim’den bu yana İsrail’in tedrici biçimde artan şiddeti ve Gazze’ye yönelik ağır saldırıları, uluslararası hukukun askıya alındığı bir düzlemin göstergesi. Cenevre Sözleşmesi, Roma Statüsü ve İnsan Hakları Beyannamesi gibi metinlerin işlevsiz kalarak herhangi bir yaptırım üretememesi, İsrail’in amansız saldırılarını artıran bir etki yaratmaktadır. Zaten son dönemde BM’nin çatışma bölgelerindeki etkisizliği ve çözüm üretme noktasındaki kısıtlı kapasitesi uluslararası kurumlara güveni zayıflatmıştı. Öyle ki BM’nin kınama ve uluslararası hukuku çiğnediğine dair kararlarına rağmen, İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırımın uygulanmıyor oluşu bunun bir işareti. Özellikle İsrail’in sivil ve çocukları katlettiği, hastane ve ibadethaneleri bombaladığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda BM’nin işlevi ile ilgili soru işaretleri artmaktadır.

Son dönemde ABD ve Batı’nın uluslararası kurumları kendi amaçları için kullandığı ve İsrail lehine bir süreç yönetimi izledikleri görülmektedir. Örneğin BM kararlarında Doğu Kudüs’ün İsrail’in işgali altında olduğunun deklare edilmesine rağmen, Trump döneminde İsrail’in başkenti olarak tanınması bunun en somut örneğidir.

Bu açıdan İsrail-Filistin savaşı Batı’nın insan hakları ve ifade özgürlüğü ile ilgili konularda nasıl düşündüğünü gösteren bir turnusol kağıdıdır. Nitekim ABD, İsrail’in ablukası altında yaşamsal açıdan ciddi sorunlar yaşayan milyonlarca insan için çözüm üretmemektedir. Bilakis Rusya’nın Güvenlik Konseyi’ne insani yardımların sağlanması amacıyla getirdiği tasarı, ABD ve diğer Batılı devletler tarafından reddedilmiştir. Bu durum, İsrail’in hukuksuz saldırılarına yönelik çatı kurumların ve bu kurumları domine eden küresel güçlerin nasıl tavır takındığını açık biçimde göstermektedir. BM’nin yaptırım gücü olmamasına rağmen Güvenlik Konseyi’nin bu imtiyazı kendi bünyesinde barındırması, konseye üye olan ülkelerin kompozisyonu ve her birinin birbiriyle olan çekişmeleri, söz konusu örgütün iflas ettiğinin kanıtıdır.

AB’NİN ÇİFTE STANDARDI
Batı’nın kurumsal aklının Filistin konusuna yaklaşımı Avrupa nezdinde de benzer bir seyir izlemektedir. AB Komisyon Başkanı Ursula Von der Leyen’in kayıtsız şartsız İsrail’in yanında olması ve İsrail’in yaptığı bütün saldırıları öz savunması gerekçesiyle meşru görmesi bu konudaki önemli bir göstergedir. Leyen’in söz konusu açıklaması ve tek taraflı bir anlatı üzerinden İsrail’e yönelik koşulsuz desteği çifte standart tartışmalarını da beraberinde getirdi. Örneğin Leyen’in Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline yaklaşımı ile İsrail’in Filistin’e yönelik şiddeti arasında kategorik bir ayrım yaptığı görülmektedir. Nitekim Leyen, Rusya’nın başta elektrik olmak üzere altyapıya yönelik saldırılarının savaş suçu olduğunu söylemiş ve sivillere yönelik sorun yaratabilecek bu eylemlerin bir terör eylemi olduğunu ifade etmiştir. Aynı kişinin İsrail’in 7 Ekim’den bu yana savaş hukukunu yoka sayan ve herhangi bir hukuki otoriteyi dikkate almayan sivil katliamlarıyla ilgili herhangi tek kelime etmemesi her şeyi özetlemektedir.

Ukrayna’nın işgalinde Batı’nın Rusya’nın bütün kaynaklarını işlevsiz kılmaya dönük yaptırımları düşünüldüğünde çifte standardın farklı boyutları görülmüş olur. Batı, Rusya’yı Swift sisteminden çıkartmış ve finansal açıdan gücünü kıracak bütün opsiyonları devreye sokmuştur. Benzer biçimde Rusya’nın, Batı’da kendisini ifade edebileceği Russia Today ve Sputnik gibi mecralarını kısıtlamış ve özellikle sosyal medya üzerinden Rusya yanlısı içeriklerin dolaşımını imkansız hale getirmiştir. Aynı Batılı kurumların ve sosyal medya şirketlerinin Filistin konusunda İsrail’in yanında yer alması ve Filistinlerin hikayesini karartarak gölgelemesi, çifte standardın bir diğer yönüdür.

KASITLI VE SİSTEMATİK SOYKIRIM
Uluslararası Ceza Hukuku’nda bir suçun soykırım olarak tanımlanması belirli şartlara tabi tutulmuştur. Örneğin “grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek” soykırım olarak kabul edilmektedir. Benzer biçimde “grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak suretiyle” de soykırım gerçekleştirilebilir. Her iki tür de aslında uzun süredir İsrail’in planlı, hesaplı ve sistematik politikalarının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki 7 Ekim’den bu yana Gazze’nin abluka altında tutulması, hastanelere yönelik saldırılar ve yeni doğan ünitelerinin yakıtsız bırakılarak işlevsiz hale getirilmesi açık bir soykırım örneğidir.
Bu satırları yazdığım anda Gazze Sağlık Bakanlığı, Gazze halkına bir çağrı yaparak ellerindeki yakıtları şişelerle hastanelere getirmelerini talep etmiştir. Yakıtın ve temel gıda maddelerinin tükendiği, elektrik ve su kesintisinin yanı sıra iletişimin ve seyahat özgürlüğünün askıya alındığı Gazze’de açık ve planlı bir soykırım uygulanmaktadır.

Bugün İsrail, tıpkı Hitler Almanya’sının kasıtlı ve tasarlayarak inşa ettiği konsantrasyon kamplarındaki soykırım gerçeğinin bir benzerini Gazze ve Filistin’in diğer bölgelerinde uygulamaktadır. Kuvvet kullanımı yoluyla işgalci politikalarını hayata geçiren İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım uygulanmaması, çatı kurumların üzerindeki ABD gölgesinin ne denli karanlık bir boyut kazandığını da göstermektedir. 90’lardan bu yana uluslararası kurumların ABD hegemonyasına hizmet ettiği ve adil bir dünyanın tesisine herhangi bir katkı sunmadığı eleştirileri bugün çok daha net anlaşılmaktadır.

Translate »